İnsan yaşadığı toplum ve çevre içinde öğreniyor insan olmayı, insan kalmayı ya da tam tersi. Hepimiz ne kadar da masum doğmuştuk oysaki. Yeryüzünde bakıma, şefkate, ilgiye, sevgiye en muhtaç tür insan yavrusu ve ne zor öğreniyoruz hayatı. Bebeklik ve çocukluk elbette insanın karakteri ve davranışları üzerinde fazlası ile etkili olsa da kendimizi çevremizle birlikte keşfettiğimizden, çevremizden de çok izler taşıyoruz aslında. İnsanı ve dünyayı anlamak için insanın kendini bilmek ve anlamak zorunda olduğunu çok sonra anlıyor insan. O zamana kadar hem dış dünya hem de diğer insanlar genellikle bir tehdit olarak algılanıyor ki haklılık payı da çok yüksek elbette mevcut dünya düzeninde lakin insan için büyük tehditlerden biri kendi aklı ve aklına yerleştirdikleri aslında. Ne oyunlar oynuyor insana, ne oyunlar oynanıyor insan insana lakin kimse ne kendinin ne ötekinin farkında. İnsan ne zaman ki kendini keşfetmeye başlıyor kendi iyi ve doğrusuna sahip çıkıp, kötü ve yanlışını düzeltmeye çalışıyor işte o zaman öteki(leri)ni de ne salt iyi ne salt kötü olarak değerlendiriyor. Hepimiz insanız sonuçta.
Engin Gençtan yılların deneyimini aktarıyor kitabında, hem mesleki deneyim açısından hem bir yaşayan olarak. Kitabın yazılmaya başlangıç hikâyesi de ilginç aslında. Hiç tanımadığı birine ait bir sözün yıllar sonra hatırlanıp anlam kazanması ile başlıyor kitabın yazım hikâyesi. Kim bilir hepimizin hatırlamadığı ne hikâyesi var yıllar sonra hatırlanacak, yazmak/yazı bu sebepten iyi bir hatırlatan. Birey, toplum, anne, baba, çocuk, öfke, korku, düşmanlık, kaygı, değersizlik duygusu, sorumluluktan kaçış, yalnızlık, yaşam ve ölüm ve en nihayetinde kendini yaşamak gibi bölümleri olan kitabı eğer kendimize bir ayna olarak tutacak olursak çok işe yarayacak. Gençler için ne kadar anlamlı olur bilemiyorum lakin hayatın az biraz demini alan bizler için hatalarımızı ve nedenlerini fark etmek adına güzel bir kitap. İnsandık, insanız ve insan olmaya çalışıyoruz sonuçta, ne geçmişte ne gelecekte yaşanmadığına göre günü olabilecek en güzel şekilde değerlendirmek için çaba sarf etmek şart. Günlerin sayılı olmasından değil her anın değerli olmasından. Zira kaliteli yaşam süre ile değil yaşanılan anın değerinin farkında olarak geçirilen süre ile ilişkili. Bazen birkaç dakika değil birkaç yıla bir ömre bedel oluyor ya işte o anları ve zamanları yaşadıktan sonra her anın değeri bir başka çıkıyor ortaya. Dünya tek perdelik bir oyun, o zaman en iyi oyunumuzu oynayalım. Karakterimize en uygun, düşlerimize düşüncelerimize en iyi gelecek oyunu.
Kitaptan birkaç alıntı…
“İnsanın kendi içinde ürettiği kargaşa dış dünyadaki gerçek tehlikelerden çok daha ürkütücüdür…”
“Samimiyetsizlik ilkel toplumların bilmediği bir davranıştır, medeniyet ile birlikte gelişmiştir. İlkel insanlarda mülkiyet geliştikçe hırsızlık ve yalan da başlar…”
“İnsan hem yapan hem bozan, hem seven hem kıran bir varlıktır. Bu çelişki kendisini ve diğer insanları anlayabilmesini güçleştiren en önemli etmenlerden biri olmuştur…”
“varoluş sorumluluğu ile yüzleşmek zorunda kalınırsa “kimlik bunalımı” denilen olgunun yaşanılması kaçınılmaz olur…”
“bir insanı sevmek onun gerçeklerini anlamaya çalışmayı da içerir…”
“çünkü yaşamak iniş ve çıkışları içerir…”
“varoluş suçluluğu denilen duygu anlamlı bir yaşamı gerçekleştirememiş olmaktan kaynaklanır…”
“insanları sevebilmek onlarla baş edebilecek yöntemleri geliştirmeyi gerektirir, karşımızda bir düşman varmışçasına geliştirilecek savunma yöntemleri ile değil kendimizi dürüst ve açık bir biçimde yaşayabilme yürekliliğini gösterebilmektir…”
“insanları gerçekten seven biri, bunu sürekli dile getirme gereği duymaz, sevgisini yaşantısına çevirir…”
“kendisi ile uyum halinde olan insan, başkalarına dostça yaklaşır ama gerektiğinde onlara karşı çıkar ve haklarını savunmak için savaşır bazen de yalnız kalmayı yeğler…”
“iyi insan çevresine olduğu kadar kendisine de iyi olan insandır…”
“acındıran ve acıyan aslında aynı paranın farklı yüzleridir…”
“kendini yaşamak isteyen insan süreci toplumdan değil kendinden başlatır…”
“herkesin içinde bir hayvan vardır, bu kişiliğin yıkıcı olduğu kadar canlı ve yaratıcı bir yönüdür…”
“yaşantı öznel değil etkileşimseldir…”