Kitabın basım tarihi üzerinden 20 yıldan fazla geçmiş olmasına rağmen, kitabı satır satır okumakta büyük fayda var. Günümüz Türkiye’sini eski bir kitapta bulmak her zaman üzücü oluyor benim için. Bu kadar yazılmış eser, geçilmiş benzer yollar var iken neden insanlar ve ülkeler aynı hatalara düşer anlamakta zorlanıyor insan. Bir bakıma çok da zor değil aslında, biz insanlar yaşamadan öğrenemiyoruz maalesef. Aslında kitabı 2004’te okumuş ve oldukça etkilenmiştim ve ara ara özellikle de zaman-mekân sıkışması bölümü için derslerde işlediğim de olmuştur. Lakin bir çalışma için bir kez daha ele aldığımda baştan sona okumam gerektiğini anladım ve o gün altını çizmediğim birçok satırın olduğunu fark ettim. Elbette bunda bir taraftan kendi kişisel gelişimimin etkisi olsa da diğer taraftan bu zaman zarfında ülkemizin geçirmiş olduğu evrelerin etkisi de çok fazla. Bugün yaşadığımız birçok mevzunun aslında gelişmiş ülkelerde 20-30 belki de 50 yıl önce yaşanmış olması ne hüzünlü bir tablo bizler için. Yaşanmışı, denenmişi ve sorunları ortada iken neden aynı hataları tekrarlayalım ki. Ama yaşam döngülerden ibaret değil mi; kişisel, ulusal, küresel… belki de bu döngülerin kırılma zamanı gelmiştir…
Kitapta altı çizili satırlar öyle çok ki (aslında çizili sayfalar çok) denk gelen birkaç satırı paylaşıyorum sadece.
“Baudelaire 1863’te yayınlanmış olan “Modern Hayatın Ressamı” başlıklı ufuk açıcı denemesinde şöyle diyordu: “Modernite anlık olandır, geçip gidendir, olumsal olandır; sanatın yarısıdır, öteki yarısı ise sonsuz olandır, değişmeyendir.” Harvey’de anlık olan ve geçip giden ile sonsuz olan ve değişmeyenin bu birlikteliği üzerinde büyük dikkatle durur.”
Jameson’a göre postmodernizm geç kapitalizm çağının kültürel mantığından başka bir şey değildir.
Çoğu modern yazar, modernitenin tek güvenilebilecek yanının güvensizliği olduğunu hatta “bütüncül kaos” yönünde bir eğilimi olduğunu kabul etmektedir.
Yüksek modernizm: Toplu konutlar… Charles Jencks modernizmin sonunun ve postmoderniteye geçişin sembolik tarihini Le Corbusier’in “modern yaşam makinesi”nin ödül kazanmış bir versiyonu olan St Louis’deki Pruitt-Igoe toplu konut bloklarının, içinde yaşayan düşük gelirli insanlar için oturulmaz bir çevre olduğu gerekçesi ile dinamitle havaya uçurulduğu 15 Temmuz 1972 günü saat 15.32 olarak verir.
Berman (1982) Öyle görünüyor ki, kentsel gelişme sürecinin kendisi, bir yandan çorak araziyi mamur bir fiziksel ve toplumsal mekana dönüştürürken bir yandan da müteahhittin kendi içindeki çorak araziyi yeniden yaratmaktadır. İşte gelişmenin trajedisi böyle işler.
Günümüzün manevi krizi Aydınlanma düşüncesinin bir krizidir. Çünkü aydınlanma gerçekten de insanın kendini “bireysel özgürlüğünün üstünü örten ortaçağ geleneğinden ve cemaatinden” özgürleştirmesine izin vermiş olabilir ama bu düşüncenin “Tanrısız bir benlik” iddiası, sonunda kendi kendini yadsıyacaktı, çünkü bir araç olan akıl, Tanrı’nın yokluğunda herhangi bir ruhsal ya da ahlaki amaçtan yoksun kalacaktı. Şayet tensel arzu ve iktidar “aklın ışığını gereksinmeksizin keşfedilebilecek yegane değerler” ise, o zaman akıl başkalarına boyun eğdirmek için basit bir araç haline gelmek zorunda kalırdı. (Rocco Buttiglione-Teolog) Postmodern teolojik proje aklın kudretini terk etmeksizin, Tanrı’nın hakikatini yeniden ileri sürmektir.
Postmodernizmin her tür üst anlatıya (Marksizm, Freudculuk, Aydınlanma vs.) karşı muhalefeti, hep susturulmuş olan “başka seslere” ve “başka dünyalara” (kadınlara, eşcinsellere, siyahlara, sömürülmüş halklara vs.) gösterdiği yakın ilgi nedeni ile devrimci bir potansiyeli var mıdır? Yoksa modernizmin ticarileştirilmiş ve evcilleştirilmiş bir versiyonu mudur?
Postmodern düşüncenin en özgürleştirici ve dolayısı ile en cazip yanı; “ötekilik” konusundaki duyarlılığıdır. Özellikle Huyssens (1984) başkaları (sömürgeleştirilmiş halklar, siyahlar ve azınlıklar, dinsel gruplar, kadınlar, işçi sınıfı) adına tekelleştirilmiş bir sesle konuşma cüretini gösteren aydınlanmış bir modernitenin emperyalizmini yerden yere vurur. Huyssens postmodernizmin farklılık ve ötekiliği anlamaya yönelik açılımının ve bir dizi yeni toplumsal hareket (kadınlar, eşcinseller, siyahlar, ekolojistler, bölgesel özerklik savunucuları vb.) açısından taşıdığı özgürleştirici potansiyelin altını çizer. Tuhaf bir şekilde, bu tür hareketlerin çoğu “haleti ruhiye”nin değişmesine kesinlikle bir katkıları olsa da postmodernist düşüncelere pek az kulak vermişlerdir. Bazı feministler ise postmodernizme düşmandır. (Özellikle sanatta kadın bedenini fazlası ile kullanmış olmalarından dolayı)
Eğer mimariyi bir dil olarak algılıyorsak, Barhes’in (1975:92) vurguladığı “kent bir söylem, bu söylem de gerçek bir dil” ise o zaman söylenmekte olana çok dikkat etmeliyiz, hele bu mesajları genellikle kent hayatının dikkatimizi dağıtan bütün öteki çeşitli unsurlarının arasında aldığımız düşünülürse.
Zenginlerin tüketime ayırdığı dolalarların peşine düşüldüğünden, kent tasarımında ürün farklılaşması çok daha büyük önem kazanmıştır. Farklılaşmış zevkler ve estetik tercihler alanına yönelmekle mimarlar ve kent tasarımcıları sermaye birikiminin çok etkili bir veçhesini yeniden vurgulamış oluyor. Bu Bourdieu’nün (1977; 1984) “sembolik sermaye” adını verdiği şeyin üretimi ve tüketimidir. Bu sermaye, “sahibinin zevkinin ve toplumda ne derecede sivrilmiş olduğunun kanıtı olabilecek lüks mallar koleksiyonu” olarak tanımlanabilir. Her tür statü sembolünün elde edilmesi yoluyla toplumsal farklılıkları ifade etmek, çok uzun zamandan beri kentsel yaşamın temel veçhelerinden biri olmuştur. (HARVEY, 1999; 101)
Jenks’e göre, hepimiz zihnimizde, başka yerlerde yaşadığımız (çoğunlukla turistik) deneyimlerden, sinemadan, televizyondan, sergilerden, turizm broşürlerinden, popüler dergilerden vb. edinilmiş bilgilerden oluşan “hayali müze” ile dolaşırız. Bunların hepsinin aynı anda olması kaçınılmazdır. Üstelik bunun böyle olması da hem heyecan veriri hem sağlıklıdır. “Eğer farklı çağlarda ve kültürlerde yaşama olanağımız varsa neden kendimizi şimdiki zamanla, yaşanan yerle sınırlamalı ? Eklektizm, seçim şansı olan bir kültürün doğal evrimidir.”
“Modernitede güvenilecek tek şey güvensizliktir” Kapitaistler bu durumu özellikle ve bilinçli olarak yaratırlar ki emek, sermaye kontrolü hep ellerinde olsun. Kapitalizm tekonolojik bakımdan kaçınılmaz olarak dinamiktir ama yenilikliçi girişimcinin efsaneleştirilmiş yetenekleri sayesinde değil, rekabetin zorlayıcı yasaları ve kapitalizme içkin olan sınıf mücadelesinin koşulları dolayısıyla. Ne var ki sürekli yeniliklerin yeniliklerin sonucu, geçmiş yatırımların ve emek vasıflarının değersizleşmesi hatta yok edilmesidir. Yaratıcı yıkma, bizatihi sermayenin dolaşımı süreci içindedir. Yenilik istikarsızlığı, güvencesizliği keskinleştirir ve sonunda kapitalizmi dönemsel kriz nöbetlerine iten başlıca güç olur.