Kitap tavsiyesi isteyen arkadaşlara genelde tavsiyem internete girip kitap satış sitelerinde, kitap bloglarında ve sosyal medyada ilgisini çeken konuları araştırıp, karıştırmaları şeklindedir. İmkânı varsa aynı şeyi bir kütüphanede de yapabilir tabi. Bu araştırma, karıştırma sırasında ilgimizi çeken konu başlıklarını takip ederek bizim onu aradığımızdan çok belki de bizi arayan bir kitabı bulabiliriz. Evet kitaplar da okuyucusunu arar, iyi kitaplar da onu anlayacak, kavrayacak kişileri arar. Düşünsenize koskoca bir kütüphanede binlerce raf, milyonlarca kitap arasındasınız. Yani bir nevi insan gibi dünyada. Belki kimsenin uğramadığı bir raf ortasında iç’inizde ne bilgiler, ne hikayeler ile bir elin size uzanmasını bekliyorsunuz. Böyle bir buluşma anı hayal edilemeyecek kadar güzel olsa da gerçekliği de var elbette. En azından ben en çok etkilendiğim kitapları bu şekilde buldum. Birinin çok etkilendiği bir kitaptan elbette bir başkası aynı lezzeti almayabilir, oldukça olağan bir durum. O sebepten tavsiyelere kulak asmakla birlikte kitap seçerken gönlün sesine de kulak vermeli.
Aslında bu girizgâhın sebebi kitabın ismi ile ilgili olacaktı ama yazı birden başka bir şekle evriliveriyor iş’te, yazının da kaderi bu. Dikkatimi ilk çeken kitabın ismi olmuştu, bilmem ki karakter mi yoksa ruh mu çekti. Kendime bahaneler ararken ilaç gibi mi geldi. İş Bankası yayını olunca da araştırma gereği duymadım kitap hakkında, girizgah farklı olunca öyle çok etkilendiğim bir kitap olarak düşünmeyin ama sonuçta iyi bir kitap, iyi bir okuyucunun yaklaşık bir saatini alır. İş ve çalışma hayatının, aslında kazanç saydıklarımızın insanı nasıl köleleştirdiğine dair güzel çıkarımlar mevcut.
Tembellik hakkından daha çok yaşama, iyi ve güzel yaşama hakkını savunan bir kitap. Çalışma hakkı için verilen birçok mücadelenin aslında kapitalist sistemin ekmeğine yağ sürdüğüne dair güzel örnekler var. Ticaret ve din arasına kara kedilerin girmesine sebep olan meselelerden birinin pazar ayinleri olduğu meselesi de ilginç değil mi? Uyu, uyan, kahvaltı, iş, öğle yemeği, akşam paydos/yemek, tv/internet hadi sonra yatağa marş marş. Sanayi devrimi ile ortaya çıkan aşırı üretimin, bu üretimden doğan zenginliğin ve refahın sefasını süremeyen emekçilerin hikayesine odaklanmış bir kitap “Tembellik Hakkı”. Sanayi 4.0 ile birlikte emek işi de robotlaşınca bakalım emek ve hizmet sektörü nasıl devrimsel bir evrim geçirecek. Nasipse hep birlikte göreceğiz yakında evlerde, işlerde, sokaklarda, caddelerde…
Kitaptan birkaç satır alıntı ile bitireyim bu yazıyı da…
Burjuvazi, ruhban tarafından desteklenen soylulara, soyluluğa karşı mücadele ederken elinde hür muhasebe ve tanrıtanımazlık bayraklarını taşıyordu ama zaferi kazanınca üslubunu ve tutumunu değiştirdi, bugün ekonomik ve politik üstünlüğünü dinle desteklemeyi amaçlıyor.
Kapitalist uygarlığın hüküm sürdüğü ulusların işçi sınıflarını tuhaf bir çılgınlık sarmış durumda, bu çılgınlığın adı çalışma aşkı, bireyin ve evlatlarının yaşamsal güçlerini son noktasına kadar tüketen azgın çalışma tutkusu.
Kör ve dar kafalı insanlar oldukları için Tanrılarından daha bilge olmak istediler, zayıf ve hakir insanlar oldukları için Tanrılarının lanetlediğine itibarını iade etmek istediler.
Çalışma kapitalist toplumda her türlü entelektüel soysuzlaşmanın ve her türlü organik bozulmanın sebebidir.
Doğuştan güzel insanların izini arayacak olsak, iktisadi önyargıların çalışmaya duyulan kini henüz söküp atamadığı uluslara bakmak gerekir.
Antikçağ’ın filozofları özgür insanın bozulması olarak görülen çalışmanın aşağılanmasını vazediyorlardı, ozanlar Tanrıların armağanı olan tembelliğe türküler yakıyordu.
Çalışmayı kanun yoluyla zorunlu kılmak “fazla zahmetli, fazla şiddet gerektiren ve gürültü koparan bir iş; açlık ise tam tersine dingin, sessiz, sürekli bir baskı olmakla kalmıyor, çalışmanın ve sanayinin en doğal gerekçesi olarak, en güçlü çabaların da yolunu açıyor.”