Doğal Yaşam ve Başkaldırı kitabının öncelikle ismi olmak üzere baştan sona ilgi çekici olduğu kesin lakin kitabın bir bölümünün başlığı olan “Yaşadığım Yer ve Yaşama Nedenim” adlı bölüm bir başka ilgi çekiyor. Zira insanlar yaşadıkları yer’den memnun olsalardı adına tatil dedikleri yer’e her fırsatta kaçmak isterler miydi? Hatta mümkünse kimi yaşadığı zamandan bile firar etmek istiyor da henüz o hıza erişemedi insanlık… Belki bir gün, bir umut iş’te… ya neyse…
Thoreau insanın ömrünün bir döneminde her toprak parçasını olası bir konut arsası olarak görmeye başladığından ve kendisinin de bir çiftlik sahibi olma isteği ve çabasından bahsediyor. Karşılaştırdığımızda bizim ve şimdiki zamanın nedenleri ile hele ki onun nedenleri ile çok farklı olsa da büyük bir şantiyeye dönüşmüş ülkemizde ve dünyamızda geçerliliğini halen koruyan bir ifade. Demek ki halen geçmemiş insanlığın bir dönemi, betondan hayaller şatosu dönemi… her bir afette, depremde, heveste, heyecanda, acıda, hüzünde üstümüze yıkılan hayaller…
Sahip olmayı ve sahip olunmayı irdelediği bu satırlarda “insan vazgeçebileceği şeylerin sayısı oranında zengindir…” ifadesi de zenginliğe bir başka bakış açısı elbette. Burada bir çiftlik evi anlaşması sırasından eşinin karşı çıkması ile satıştan vazgeçen ve işin peşini bırakması için kendisine para teklif eden kişiye karşı insani cömertliğinin ve aynı zamanda günümüz kapitalist mantığı nişan alıp tam on ikiden vurduğu şu ifadesi de ayrı bir hazım gerektiriyor. “zengin bir adam olmadığımdan on doları ona hediye ettim… böylece yoksulluğuma halel getirmeden zengin olabileceğimi anladım…” Hemen peşinden manzara hakkındaki aktardığı şu ifade de araştırmanın önemine vurgu yapan enfes bir ifade… “Araştırdığım her şeyin sahibiyim, hakkıma kimsenin de itirazı olmaz…”
Çiftlik sahibi olmayı, Yunan mitolojisinde dünyayı omuzlarında sırtlanan Atlas’la ilişkilendiren yazar tohum ve gelişim arasındaki verdiği şu örnek de çok manidar gerçekten. “bir çok kişi tohumun zamanla geliştiğini düşünür. Zamanın iyi ve kötüyü ayırdığına şüphe yok, tohumu beklettikten sonra ekersem hayal kırıklığına uğramam çok daha az bir ihtimaldir…” Tohum metaforunu eğitim ve kişisel gelişim mevzusuna aktaracak olursak iyi yetişmeden, iyi gelişmeden faaliyete ve üretime geçtikten sonra elbet kimi iyi kimi kötü olacak ama deneme ve yanılmalar dünyasında hepimizin bu kadar zamanı var mı acaba ! Oysa ki çocukluk ve eğitim denen dönem insan hayatında bunun için var ve biz hem kendimizi hem çocuklarımızı test odalarında, soru bombardımanında ziyan ediyoruz. Öyle ki bilsen de bilmesen de sonuç değişmiyor yıkamadığın, yıkılmayan kurallar var öyle ki düzen olmuşlar, kimsenin bir küçük taşı bile çekmeye cesareti yok zira bütün duvar yıkılacak herkes farkında. Gelenler, isimler, ideolojiler değişse de değişmiyor ki adına gerçek denen sahtelikler. Böyle gelmiş böyle mi gider, bir zaman bir müddete kadar evet lakin sanırım geçmiş asrın son demlerini yaşıyor insanlık, başka bir gelecek kapıyı çalmayı bıraktı biz açmayınca, kırmaya pek hevesli. Bakalım kalkabilecek miyiz altından bu enkazın.
Yukarıdaki cümlenin hemen ardından mülk edinme konusunda hemcinslerine seslenen Thoreau “mümkün olduğunca özgür ve yükümlülük altına girmeden, bağlanmadan yaşayın ! Ha bir çiftliğe bağlanmışsınız ha hapse atılmışsınız, birinin diğerinden hiçbir farkı yok…”
Ev konusunu kuşlar ile ilişkilendirdiği şu örnek de sanırım bugün lüks diye pazarlanan ortamların ebedi ve ezeli çağrışımına işaret, zira şimdi epey para ediyor kuş sesleri, sanki kuşlar müteahhitler için ötüyormuş gibi tabi sözde hayvan severler da nasibini almış cümleden… “kuşları olmayan mesken baharatsız yemeğe benzer, benim meskenim öyle değildi, birden kendimi onlara komşu bulmuştum, onlardan birini evime hapsederek değil kendimi onların yakınına kafesleyerek…” Bütün kuşlara yakın olmayı sevdiğini söyleyen Thoreau yakınında az biraz su olmasını da önemsiyor; “Yakınınızda biraz su olması iyidir, arza kaldırma kuvveti verip yeri yüzdürür, en küçük kuyunun bile bir değeri vardır, içine baktığınızda arzın kıta değil bir ada olduğunu görürsünüz, bu özellik kuyunun terayağını serin tutuyor olması kadar önemlidir…” Küçük bir kuyudan bile çıkardığı küresel ve zamansal bir felsefe, insan ancak şapka çıkarır böylesine. Zaman ve mekan değişse de “ ben şimdi evrenin ve çağın beni en çok cezbeden bölümünde yaşıyordum…” ifadesi bize sanki yaşadığınız zamanın ve anın değerini bilin siz bu zaman için burada olmak için yaratıldınız mı demek istiyordu ki, bilemedim… Koltuk takımından Süreyya Burcuna, Hyades’e, Altair’e uzanan hayal yolculuğunda kendini en yakın komşusunun gözünde küçülmüş bir ışın inceliğinde yerleştiriyordu evrenin bir köşesine.
“Sürüleri her zaman düşüncelerinden daha yüksek meralarda gezinen çobanın yaşamı hakkında ne düşünebiliriz ki?” sorusuna kağıt üstünde muhatap olmak bile bir acayip muamma. Günün en anlamlı vaktinin bir uyanış olduğu için sabah vakti olduğunu, bir hizmetçinin dürtüklemesi ya da fabrika zilleri yerine dalga dalga yayılan semavi müziğin (hemen aklıma Melek Şehri sahnesi geldi nedense !) ve havayı dolduran hoş bir kokunun eşlik ettiği yeni kazanılmış içten gelen arzu ve gücümüzle uyandığımız bir sabah. Ne hikmsetse insanlar eve çekilince bile değişiyor kokusu ve düzeni yer’yüzünün, pandemide de şahit olduk hep birlikte. Lakin tan vakti uyanık olanların zaten çokça şahit oldukları bir manzara değil mi? Sessiz bir davet var (müziği duy(a)madığımzdan) ötelerden çok ötelerden insana, insanlığa… Yeni günle ilgili ne muhteşem şu cümlesi; “Her yeni günün, şimdiye kadar heba ettiği günlerden daha erken, daha kutsal ve fecri bir saat barındırdığına inanmayan kişi, hayattan umudunu kesmiş, karanlığa giden bir yol izliyordur…” Kişinin ruhunun daha doğrusu uzuvlarının her gün yeniden dirildiğinden ve Yüce Benliği başarabildiği ölçüde asil bir yaşama yeniden başladığından bahseden yazar “Her çeşit zeka, sabahla uyanır…” sözüne de atıf yapıyor. Bütün şair ve kahramanların şafağın çocukları olduğunu ifade ettikten sonra bedensel çalışma ile milyonların uyandığından bahsederken, etkin zihinsel çaba ile uyananların ise milyonda bir olduğunu söylüyor. Ve ancak yüz milyonda bir şairane ya da ilahi bir yaşam için uyanıktır dese de böyle birine rastlamadığından da bahsediyor. Gerek eğitim ile gerek sanal gerçek yaşam ile yapmaya çalıştığımız şeyin, yani önce kendimizi uyandırmak sonra da diğer insanları, ne denli zor bir çaba olduğunu da (boş desek ayıp olacak sanki) işaret ediyor. “Herkes, kendi yaşamını, detaylarına dek oluşturmakla, en önemli ve kritik saatlerini tefekküre layık kılmakla yükümlüdür…” sözü yaşam sorumluluğumuzun da büyük ölçüde bizim üzerimizde olduğunun kanıtı. Kendine özgü bir şekilde yaşamak için ormana giden Thoraeu, en azından gün gelir de öldüğümde bunca zamandır hiç de yaşamamış olduğumu görmemiş olurum düşüncesi ile hareket etiğini şu cümleler ile ifade ediyor; “ Derinden yaşamak ve yaşamın özünü emmek, azimle, Spartalı gibi yaşamak, yaşamla ilgili olmayan her şeyi kökünden söküp atmak…”
İnsanların tuhaf bir içimde hayatlarının ilahi mi yoksa şeytani mi olduğu konusunda belirsizlik yaşadığını ve kişinin nihai gayesinin “Tanrıyı yüceltmek ve onu ebediyen sevmek” olduğu sonucuna varıldığı söylense de Thoreau şöyle ekliyor; “Masal, uzun zaman önce insana dönüştüğümüzü söylese de hala karıncalar gibi alçakta yaşıyoruz, cüceler gibi devlerle savaşıyoruz, hata üstüne hata yapıyor, yama üstüne yama yapıştırıyoruz, sonuçta en iyi meziyetimizin ödülü gereksiz ve kaçınabilir bir sefalet oluyor. Hayatlarımız ayrıntıda boğuluyor. Dürüst insanları saymak için el parmaklarından fazlasına ihtiyaç yoktur, nadir durumlarda ayak parmaklarındakini de eklersin ve geri kalanını da toptan satarsın. Sadelik sadelik sadelik !Sadeleştirin Sadeleştirin… “
Çalışmadan da bir netice alamadığımızı ve bir filozof için haber denen her şeyin dedikodu olduğunu ifade eden yazar, haber yazan ve okuyanları da çay partisine gelmiş kocakarılar olarak resmediyor. Ama bu dedikodunun peşine düşenin de çok olduğundan bahsediyor. Ah üst’ad Thoreau bir bilsen neler neler değişti de hiç değişmedi şu dediğin mekanizma, teknoloji artık bize aynı odadakinden daha hızlı dedikodu getirmeye başladı dünyanın dört bir yanından, bir bilsen ne allak bullak zihinlerimiz var, çoğumuz da zekiyiz sanıyoruz kendimizi ya bunları okuyunca velhasıl sen yaklaştın mı bilmem ama biz dört tur attık bu sayede Nirvana’da… sorsan değmezmiş deriz çok anlarmışız gibi…
Yazdıkça bitmeyecek bu yazı sıkıldım ben de Thoreau’ ile dedikodumuzu yapmaktan… birkaç özlü sözü ile son vereyim o zaman…
alıntılar…
Neden öylesine hızlı görünüp ölü gibi yavaşsınız…
Hile ve aldanışlar en sağlam doğrular olarak itibar görürken, hakikat martavaldan sayılıyor. Eğer insanlar sadece hakikate dikkat edip aldanmaya meydan vermiyor olsalardı yaşam büyülü ülkelerde geçen Bin Bir Gece Masalları gibi olurdu….
Yaşamı oynayan çocuklar, yaşamın gerçek ilke ve ilişkilerine yaşama hakkı vererek yaşamayan ama deneyim farkıyla (yani başarısızlıkta) daha akıllı olduklarını sanan büyüklerden daha açık bir şekilde sezinlerler.
Sadece kaçınılmaz olanı takdir edip sadece ona var olma hakkı tanısaydık, şiir ve müzik caddeler boyunca her yerde yankılanırdı…
İş’te ruh “yerleştirildiği durumda kendi özünü yanlış anlar; kutsal bir öğretmen ona gerçeği gösterinceye dek… O zaman kendisinin de bir Brahman olduğunu anlar…”
Eşyanın yüzeyinden ötesini göremediğimiz için bu bayağı yaşamı sürdürüyoruz. Görüneni bütün var’olan sanıyoruz…
Bir günümüzü doğa kadar kendiliğinden yaşayalım…
Ziller çalıyor diye ille de koşturmamız mı gerekiyor? Nasıl bir melodisinin olduğunu düşünelim…
Fikir, önyargı, yanılsama ve görünüş çamurunu delip geçelim. Bu balçık Paris’ten Londra’ya New York, Boston ve Concord’a kadar bütün dünyayı kaplamıştır.
Zaman içinde balık tuttuğum bir akarsudur. Yaşıyorsak işimizi yapmaya devam edelim….
Ben gökyüzünde bir balığım…
Kendimi bildim bileli, doğduğum günkü kadar bilge olmadığıma hayıflanır dururum…
Başım hem ellerim hem ayaklarımdır… İç güdülerim başımın tünel kazmak için bir araç olduğunu söylüyor…
En zengin damarın buralarda bir yerlerde olduğunu düş’ünüyorum…