
İnsanlar doğuştan getirdiği belirli iki cinsten birinin biyolojisine bağlı yeti ve eğilimlerle dünyaya gelmektedir. Cins ya da cinsiyet olarak tanımlanan kavram insanın üremeye yönelik özellik ve eğilimlerinin toplamını içerir. Dünyaya geldiğinde ise insan, bilinç sayesinde kendi benlik oluşumunu başlatır. İnsan benliğini oluşturabilmek için çevreye ve dolayısıyla etkileşime ihtiyaç duyar. Miller’e göre “Kişisel düşünce, sadece paylaşılan anlamlar aracılığıyla diğerlerinin düşünceleriyle girilen ilişkiyle var olur”(Miller, 1982:5). İnsan doğduğu ve varlığını sürdürdüğü sosyal çevreyle etkileşimi sayesinde kendi içinde kendini tanımlayabileceği bir “benlik” ve bu tanımları çevreye yansıtabileceği bir “kimlik” oluşturabilir. Çevre ile olan etkileşim dil aracılığıyla meydana gelir ve insanın kendisini anlamasını ve tanımlamasını sağlar.
Sosyal etkileşim, insan davranışlarına değer biçilmesi ile sonuçlanır. Bu anlamda insan yaptığı davranışlar sonucunda çevreden aldığı tepkilere göre hareket eder. Çünkü doğadaki tüm canlılar gibi insanın da çevreye karşı adaptasyon eğilimi vardır. Sosyal ortama uyma davranışı bireyin çevre tarafından onay alma ve kabul görme isteğinden kaynaklanmaktadır.
Doğuştan gelen biyolojik cinsiyet eğilimleri, insanların doğduktan sonra sosyal ortamdaki ilişkileri süresince yorumlanarak birer kavrama dönüştürülür. Bu kavramlar doğuştan gelen eğilimlere bağlı oluşturulup sosyal yaşamdaki davranışsal görünümleri içermektedir. Tanımlama için “statü”, davranışsal görünümler için “rol” kavramı kullanılır. Bu kavramlar insanın toplumdaki kimliğini ve görevlerini belirtme amacıyla oluşturulmuştur. Toplumsal cinsiyet, kültürel yapının cinslerin kimlikleri üzerindeki yargılarıdır. Biyolojik cinsiyet doğuştandır fakat toplumsal cinsiyet sonradan öğrenilendir. Bu kapsamda toplumsal cinsiyet öğrenilmiş çaresizliktir.
George Herbert Mead’in Sosyal Davranışçılık yaklaşımına göre bir toplumda kadın ya da erkeğin belirli rollerde benzer davranışlar göstermesi yaşadıkları toplumun o rol için belirlediği tutumları içermektedir. Bu yüzden toplumda kadının ya da erkeğin kimliklerinin oluşumu için o toplumun sosyolojik ve kültürel yapısı büyük önem arz etmektedir.
Tarihten günümüze kadar toplumlarda kadın ve erkeğin rolü üzerine çeşitli yargılar getirilmiştir. Toplumsal cinsiyet, bireyin doğumundan itibaren öncelikle ailede öğretilmeye başlanır. Anthony Giddens’e göre bebeklerin cinsiyetlerini öğrenmeleri neredeyse bilinçsizdir. Ve kendi cinsiyetlerinin farkına varmadan bir çok göstergeye maruz kalırlar. Örneğin erkek bebeklerin mavi, kız bebeklerin pembe giydirilmesi. Etrafındaki cinslerin iki gruba yönelik farklı görünüşleri örneğin kadın ve erkeklerde farklı giyiniş ve saç kesimlerinin olması gibi göstergeler ya da çocuğun dikkatini farklı alanlara ve nesnelere yönlendirmesi doğrultusunda çocuklara alınan oyuncakların belirli sembol ve imajlar içermesi toplumsal cinsiyetin aşılanmasında önem teşkil etmektedir. Oyuncak olarak erkek çocuklarına silah, araba gibi oyuncaklar alınırken kız çocuklarına barbie bebek, mutfak seti oyuncakları alınmaktadır. Evcilik oyunlarında bu tür sembol ve göstergelerle öğretilmiş roller çocuklar tarafından taklit edilmektedir. “Oyuncakçı dükkanları ve postayla sipariş katalogları ürünlerini genellikle toplumsal cinsiyete göre sınıflandırır. Hatta toplumsal cinsiyet bakımından yansız görünen kimi oyuncaklar bile pratikte böyle değildirler. Örneğin, oyuncak yavru kedi ve tavşanlar kızlara önerilirken, aslan ve kaplanların erkekler için daha uygun olduğu düşünülür” (Giddens, 2012: 209). Burada farklı güç sınıflandırmasında yer alan hayvan figürleri erillik ve dişilik ile bağdaştırılmıştır. Yani kadın narin ve güçsüz, erkek cesur ve güçlü olarak bilinçlere kodlanır. Bunun gibi pek çok göstergeye maruz kalarak iki yaşına gelmiş çocuklar az çok toplumsal cinsiyeti öğrenmiş ve kendi cinsiyet rollerinin farkında olmuşlardır. Toplumsal cinsiyetin öğrenilmeye başlandığı ilk yer olan ailedir sonra ise diğer çevresel faktörler olan okul, televizyon (kitle iletişimi) gibi varlıklar önemli pekiştireçler sağlar.
Her kültürde iki cins için belirli benzer yargılar doğumdan itibaren insana toplumsal cinsiyet ve roller niteliğinde empoze edilmiştir. Cinsiyet Eşitsizliği, sosyal yapı içinde oluşturulmuş olan toplumsal cinsiyet rolleri ile ilgili bir kavramdır. Toplumsal rollerin nesilden nesile toplumlardaki kültür elemanları vasıtasıyla taşınırken oluşan bazı olgular bazı nedenlerden dolayı cinsiyete yönelik eşitsizlikleri ortaya çıkarmıştır.
Cinsiyet Eşitsizliği her iki cinsin eşit haklardan yoksunluğu şeklinde tanımlanabilir. Ve bu olgu tarihten günümüze devam eden küresel bir sorundur. Barem ve global ortağı WIN (Women’s International Networking) tarafından yapılan ve kadın erkek eşitliği konusundaki kişisel görüşlerin incelendiği araştırmada birçok ülkede kadın erkek eşitliğinden pek de söz edilemeyeceği gözlemlenmiştir. Bu araştırmaya göre dünya genelinde kadın erkek eşitliği 10 üzerinden 5.8 puan almıştır. Dünyadaki cinsiyet eşitsizliği oranlarında kadınların daha fazla eşitsizliğe maruz kaldığı bilinmektedir. Hemen tüm zamansal ve mekansal ölçeklerde kadın ikinci planda kalmıştır.
Peki geçmişten günümüze kadar kadınlar neden erkeklerden daha az hak ve özgürlüklere sahip olmuştur? Kadınlara yönelik cinsiyet eşitsizliğinin nedeni “ataerkillik” ile bağdaştırılır. Ataerkillik ya da “Patriarka” toplumsal düzenin tüm kademelerinde erkek egemenliğinin hüküm sürmesidir. Bu düzenin temeli erkek üstünlüğü fikri ile oluşur; soy erkekler tarafından belirlenir, hakimiyet erkeklerindir ve toplumda erkeklere kadınlardan daha çok saygı gösterilir.
Arkeologlara göre insanlar ilk olarak Neolitik çağda (Cilalı Taş Devri) tarımı keşfetmiş, yerleşik hayata geçmiş ve topluluklar halinde yaşamaya başlamıştır. Göçebe yaşamdan yerleşik yaşama geçmenin sonucu insanlar, üretime önem vermeye başlamıştır. Bu da mal, mülk kavramlarının önem kazanmasına yol açmıştır. Öyle ki, yerleşik yaşamla birlikte topluluk halinde yaşamaya başlayan insanlar yaşadıkları alanların etrafını duvarlarla örmüşler ve bu da özel mülkiyet kavramının oluşmasına neden olmuştur. Bu tarihlerde ataerkil toplum düzeni ile mülkiyetin birlikte geliştiği savunulmaktadır. Çünkü tarım, gerektirdiği fiziksel işgücü nedeniyle bu alanda erkeklerin öne çıkmasına neden olmuştur. Ayrıca göçebe yaşamda daha seyrek doğum yapan kadınlar iş gücüne yardım gerekçeleriyle yerleşik yaşamda sık doğum yapmaya başlamıştır. Daha fazla çocuğun olması kadınları ekonomik yaşamdan uzaklaştırmış bu da ekonomik hayatta daha çok erkeklerin aktifleşmesini mümkün kılarak ekonomik gücün erkeğe geçmesine neden olmuştur. Toplumda bu şekilde farklılaşan kadın ve erkek eylemleri toplumsal düzeni daha çok erkek egemenliğine bağlı kılmıştır. Erkek otoritesinde oluşturulan toplumsal düzenin mülkiyet olgusuyla birleştirilmesi kadını erkeğin mülkü haline getirmiştir.
Ataerkil toplumlardaki bir başka konu ise soyun erkek çizgisinde ilerlemesidir. Erkeğin kendi soyunu sürdürebilmesi için doğacak erkek çocuğun mülkü devretmesi gerekmektedir. İşte tam da bu noktada kadınların bakire olmasına önem verilmeye başlanmıştır. “Temiz tohum” adı altında kadınların ancak bakire olduklarında soyu devam ettirebilecek çocuklar doğurabileceklerine inanılmıştır. Bu inanış sonradan kadının mahremiyeti üzerinde şişirilmiş yargıların oluşmasına neden olmuştur. Özellikle soyluluğa önem veren toplumlar olan Avrupa toplumlarında tarihte bu inanışa yönelik örnekler görülmüştür. Örneğin Orta Çağdaki Avrupa kraliyet ailelerinde soyun temiz devam edip etmediğinin anlaşılması için kraliçenin kralla ilk ilişkisi şövalyeler tarafından gözetlenmiştir. Buradan da anlaşılacağı gibi ataerkil toplum yapısı kadının mahremiyeti üzerinde çeşitli kontrol ve baskıların oluşmasına neden olmuştur. Bir diğer örnek ise yine Ortaçağ Avrupasında ortaya çıktığı bilenen “ilk gece hakkı”dır. İlk gece hakkı kral, lord, derebey sınıfının idaresi altında yaşayan kadınlara cinsel ilişkiye girme hakkı vermek için bakireliklerini test etmesi ve onaylaması sonucu verdiği haktır. Bu olgunun gerçekliği tartışılmakla beraber birçok film ve kitapta bahsi geçmiştir. (Brave Heart filminde ve George Orwell’in 1984 adlı kitabında -kapitalizmi sömürgeci bir sistem olarak göstermek için fabrika sahiplerinin kadın çalışanlar üzerinde ilk gece hakkı uyguladığına- yer vermiştir.)
Bu örneklerle ilgili olarak kültür aktarımıyla günümüze kadar ulaşmış ve çeşitli toplumlarda meşrulaştırılıp ritüel haline getirilmiş “kadın sünneti” kadınlara dayatılan mahremiyet ve bakirelik algısının önemli bir örneğidir. Erkek sünnetinden çok farklı bir amaç ile yapıldığı bilinen kadın sünneti toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin en büyük göstergelerindendir. Ataerkil düzendeki, mülkiyet ve soy konularındaki yargılar kadınların yönetilen ve kontrol edilen bir varlığa dönüşmesine neden olmuştur. Öyle ki kadın sünneti ya da daha güzel ifadeyle “genital sakatlama” kadının temiz olmasını bakireliğine atfederek kadının cinsel hayatında kontrol kurmaktır. İlk gece hakkındaki kontrole benzer gözükse de çok daha ileri giderek kadın sünneti, kadın üzerindeki cinsel kontrolün kesin olarak bilinmesine olanak tanıyacağı görüşü savunularak kadının biyolojik görünümünde değişiklikler yapılmasına neden olmuştur. Yapılan sünnet işleminde kadında biyolojik olarak var olan “klitoris” kesilerek alınır. Ve kadın cinsel organı idrarın ve regl kanının dışarı çıkabileceği küçük bir alan bırakılarak boydan boya dikilir.
Kadın ve erkeğin üreme organları embriyo döneminde oldukça benzerdir. Kadının cinsel organının bir parçası olan klitoris, penisin embriyolojik aşamadaki halidir. Anne karnında zamanla biyolojik yapı gelişimi sürerken her iki cinsin cinsel organlarının fiziki yapısı değişmektedir. Örneğin erkek cinsel organı olan peniste boşaltım kanalı var iken klitoriste yoktur. Kadında boşaltım kanalı vajinada bulunur. Kadın ve erkekte gelişimini tamamlamış cinsel organlarda gözlemlenen bu farklılıklar üremenin gerçekleşmesini olanaklı hale getirmiştir.
Kadın sünnetinin uygulandığı toplumlardaki görüşe göre klitorisin kesimi kadının temizliği ve anne olabilmesi için gereken saflık için gereklidir. Bu bakış açısının tarihsel açıklaması bulunmaktadır. Arkeolojik çalışmalar M.Ö. 1600’lü yıllardan kalan duvar resimlerinde kadın sünnetinin tasvir edildiğini belirtmektedir. Eski Mısır’da kadın sünnetinin üst sınıftaki rahip kızlarına yapıldığı tahmin edilmektedir. O zamanki inanışa göre rahipler tarafından rahip kızları tanrı adına döllenir ve kutsal kabul edilirmiş. Bu dölleme sonucu olan erkek çocuklar da rahip olurmuş. Ayrıca Eski Mısır’da bazı kölelere kadın sünnetinin yapıldığı ve sünnet yapılan köle ile yapılmayan köle arasında fiyat farkı oluştuğu belirtilmiştir. Bu anlamda kadın sünnetinin yapıldığı kadınlar belli bir sınıfa sokulamamıştır. Fakat yapılma amacı çok benzerlik göstermektedir. İlk olarak eril iktidarın düzen yapısında gelişen mülkiyet ve soy kavramı üzerine kadından dünyaya gelecek çocuğun saflığının kadın bekareti üzerindeki zamanla oluşmuş ezici yargıları dolayısıyla oluşan denetim isteği, kadınların yaratılıştan gelen biyoloji yapısını, iradesini ve seçim özgürlüğünü yok saymaya kadar gelmiştir. Kadını insan olma haklarından alıkoymuştur. Temiz tohum gerekçesiyle kadının cinsel seçimleri kısıtlanarak denetim altına alınmıştır. Öte yandan anneliğin kutsal görülmesi biyolojik tabanlı olarak toplumsal rol üzerine bindirilmiş yargılardan ibarettir. Yaratılışta anne ve çocuk ilişkisi o kadar mucizevidir ki annelik rolü toplumda kutsal görülmeye başlanmıştır. Fakat kutsal olan yaratılış kodlarıdır, annelik rolü değil.
Kadın sünneti “genital sakatlama” olarak da adlandırılır, bunun nedeni tıbbi açıdan bir yarar göz etmemesidir. Hatta ciddi sağlık sorunlarına sebep olmaktadır. Sünnet işlemleri çoğunlukla ilkel malzeme ve tekniklerde yapıldığından kadınlar enfeksiyon kapabilmekte ve idrar yolları ve yumurtalıkları iltihaplanarak hayatları boyunca acı çekmelerine neden olabilmektedir. Hatta bazı kadınlar sünnet esnasında kan kaybından ölmektedir. Bu kadar kötü sonuçları olan bir ritüelin sürdürülmesinin nedeni toplumda cinsiyete yönelik dayatılan roller ve sorumluluklardır. Kadınlık rolü ile dayatılanlar toplumda bu tür inanış oluşturmuştur. Sünnet olan kadın toplumda kabul edilerek evlilik ve annelik ile ödüllendirilmiş, sünnet olmayanlar ise toplumda kabul edilmemiş, evlenmelerine ve çocuk doğurma hakkına sahip olmadıkları yönünde yargılanmıştır. Bu anlamda kadın, toplumda belirlenen kadınlık rolünü gerçekleştirmek için biyolojik görünüşünden, hislerinden, hak ve özgürlüklerinden vazgeçmesi gerekir. Yani aslında insan olmaktan vazgeçmesi gerekir.
Araştırmalara göre kadın sünnetinin yapılış amacı gelenekseldir. Fakat bu ritüelin yapıldığı toplumların daha çok Afrika’daki müslüman topluluklarının olması din ile bağdaşıp bağdaşmadığı yönünde düşüncelere neden olmuştur. Fakat şu anlaşılmalıdır ki kutsal kitapta yazan yaşanılması gereken dindir fakat kitapta yazan buyrukların toplumsal değer yargılarına göre yorumlanması sonucu oluşan din, yaşanılan dindir. Genel kapsamda yaşanılması gereken din ile yaşanılan din arasında çok büyük farklar bulunmaktadır. Bu farklara neden olan olgu ise toplumsal değer yargıları dolayısıyla kültürdür. Bu tek bir dinin birçok mezhep ve gruplar tarafından farklı yorumlanmasını açıklamaktadır. Din, kitlesel psikolojide etkilidir. Maalesef ki tam da bu nedenle din, toplumsal yargılara alet edilmiştir.
Dünyada kadın sünnetine karşı oluşmuş birçok örgüt mücadele vermektedir. Bu mücadeleler sonucunda Uganda, Sudan gibi ülkelerde kadın sünneti yasaklanmıştır. Öte yandan göçler nedeniyle Avrupa ve Amerika’daki birçok ülkede kadın sünneti görülmektedir. Bu ülkelerde yasak getirilmesine rağmen gizli yollarla kadınların sünnet edildiği ortaya çıkmıştır. Bu olaylar meydana gelirken kadın sünnetine duyarlılık kapsamında Birleşmiş Milletler, 6 Şubatı, “Kadın Sünnetine Karşı Sıfır Tolerans Günü” ilan ederek her yıl bu uygulamaya son verilmesi çağrısını yapmaktadır.
Kadınlarda bekaret kontrolü ve denetimi açısından önceki örneklere benzer olarak Türkiye’de gelinin evden çıkmadan önce babası ya da abisi tarafından beline kırmızı kuşak bağlanması örnek verilebilir. Kırmızı kuşak kadının bakire olduğunu temsil etmektedir. Bu anlamda düşünüldüğünde “erkeğe hediye paketine benzer şekilde sunulan kadın bekareti” vurgulanmış olmaktadır.
“İnsan felsefe, tarih, sanat, bilim vb. gibi alanlarda yaratıcı etkinliklerde bulunmuş ve insanlık tarihini bu üst birikimiyle yönlendirmiştir. Tarihin bu etkinlik süreci içerisinde farklı dönemlerinde dünyanın farklı köşelerinde bu çalışmalara pek çok insan katılmış olmakla birlikte hemen hepsinin ortak bir özelliği söz konusudur. Bahsi geçen süreci gerçekleştirenlerin ezici çoğunluğu erkeklerden oluşmaktadır. Kadınların bu süreç içerisinde yer almaması bir anlamda aklın ve kültür yaratımının yalnızca erkekler tarafından mı kavramsallaştırılabileceği sorusunu akla getirmiştir. Eril söylemin ve egemen kültürün baskısına maruz kalan kadınlar kendilerini tanımalarına ve benliklerini ortaya koyabilmelerine olanak sağlayacak özgür sosyal ortamdan uzak kalmışlardır. Eril yaklaşımın ve egemen kültürün sembolik mesaj bombardımanı altında kendini tanımlamaya çalışan kadın bunu gerçekleştirirken farkında olmadan eril söylemi de bir anlamda meşrulaştırmış olmaktadır. Bu süreç sonunda kadınlar kendi benliklerini kendi imgelerini erkekler kadar özgürce ve toplumsal yapının her alanını kapsayacak bir biçimde ortaya koyma şansına sahip olamamaktadırlar”(Sankır, 2010:14).
Dolayısıyla ataerkil toplumda kadın hep erkekle olan ilişkisi üzerinden tanımlanmıştır. Bu da cins olarak kadının doğru tanımlanmasını geciktirmiştir. Hayatın tüm formlarında kadın erkekten daha geç kendini gösterme alanı bulabilmiştir. Bunu yaparken mevcut eril iktidarın toplumsal yargılarıyla mücadele etmek zorunda kalmıştır. Erkek egemenliği kadını özellikle ekonomik, siyasi ve eğitim konularında arka plana atmıştır. Ekonomi güç ve özgürlük ile oldukça bağlantılıdır. Ekonomik özgürlüğünü elde edememiş kadınlar erkeğe bağlı ve eril iktidarın yargılarıyla yaşamak zorunda kalmıştır. Siyasi olarak ataerkil toplumda erkeğin yönetimde daha çok söz sahibi olması oldukça doğru orantılıdır. Eğitim konusunda ise ekonomik faaliyetin erkekler üzerine dayatılması erkeğin meslek edinmede daha çok eğitime yönlendirilmesini pekiştirmiştir. Tüm bu nedenler sonucunda farklı zaman ve etki boyutları ile küresel çerçevedeki tüm toplumlar, cinsiyet eşitsizliğini yaşamıştır.
Cinsiyet eşitsizliği bir sonuçtur. Seksizm ya da cinsiyetçilik bir cinsiyetin üstün olduğunu savunur. Seksist ya da cinsiyetçi görüş sonucunda yaşamda cinsiyet ayrımının birçok formu ortaya çıkmıştır. Cinsiyetçi düşünce, dilde ve davranışta ifade edilebilmektedir. Cinsiyetçiliğin dile yansımasına “devlet adamı”, “din adamı”, “insanoğlu”, “bilim adamı”, “ev hanımı” şeklinde oluşturulmuş tanımlayıcı kelimeler; “erkekler ağlamaz”, “kız gibi vurma”, “hanım hanımcık ol” gibi betimleyici deyimler; “Er kocarsa koç, karı kocarsa hiç olur”, “Anasına bak, kızını al, kenarına bak, bezini al”, “Kızı gönlüne bırakırsan ya davulcuya kaçar (varır) ya zurnacıya”, “Oğlan doğuran övünsün, kız doğuran dövünsün” gibi olayı ifade eden kalıplaşmış atasözleri (Hatta şuan fark ettiğim “atasözü” kelimesi); aşağılayıcı ifadeler olan küfürlerin genellikle kadınların bedenleri ve çeşitli durumlarına yönelik olması örnekleri verilebilir. Cinsiyetçiliğin davranışa yansıması toplumsal rollerin tümünü içerir. Örnek olarak erkeklerin hesap ödemesi, erkeklerin evlilik teklifi etmesi, kadınlara otobüslerde yer verilmesi, yemek yapmanın ve çocuk bakımının kadına dayatılması gibi örnekler verilebilir.
Yaşamda cinsiyet eşitsizliğine her alanda rastlamaktayız. Ekonomik hayatta meslek grupları toplumsal rollerin etkili olduğu cinsiyetçi meslek kalıplarına göre ayrılmıştır. Kadınlar daha çok hizmet sektöründe, çocukla ilgili mesleklerde, erkekler ise daha çok yönetim ve teorik bilgiyi içeren mesleklerde aktif olmuştur. Dadı, hostes, hemşire, sekreter, çocuk doktoru, anaokulu öğretmenin düşünüldüğünde akla kadının; başbakan, ceo, mühendis, şoför, polis, itfaiyeci düşünüldüğünde akla erkeğin gelmesi toplumsal roller ile pekişen bilinçdışı önyargıya örnektir. Genel itibariyle bakıldığında kadınlar düşük statü ve ücretteki geçici ve niteliksiz işlerde çalışırken erkekler yüksek statü ve ücretteki sürekli ve nitelikli işlerde çalışmaktadır. Ayrıca çoğu ülkede aynı işi yapan erkek ve kadının eşit ücret almadıkları bilinmektedir. Bunun nedenleri kadınlarda eğitim oranının düşük olması, iş dünyasına daha az katılmaları, toplumsal rollerin meslek hayatındaki etkisi üzerine oluşmuş “cam tavan” kavramı ve “annelik cezası” olarak ifade edilen kadınların doğum yaptıklarında aldıkları izinlerin işverenler tarafından hoş karşılanmaması sonucu kadınların iş hayatındaki yükselmesinin ve istikrarlarının sekteye uğraması şeklinde dile getirilebilir. Siyasette ve eğitimde erkek ve kadın oranına bakıldığında genel kapsamda erkeğin açık ara önde olduğu görülür. Bilim dünyasında “matilda etkisi” olarak bilinen ve bilimdeki cinsiyet ayrımcılığına vurgu yapan teori, kadın bilim insanlarının, her ne kadar çalışmaları erkeklerinki kadar önemli olsa da erkeklerden daha az ödül, daha az itibar ve kabul gördükleri zamanlara değinmektedir. Nobel ödülünün 120 yıllık tarihi boyunca erkeklerin 817, kadınların 47 nobel ödülü aldığı ortaya çıkmıştır. Bilim insanlarındaki cinsiyet oranlarının bu doğrultuda olması eğitimdeki oranlarla da doğru orantılı olabilir. Sporda ise kadın ve erkek oranı birbirine çoğu ülkede yakın olsa da antrenörlük ya da yöneticilik pozisyonlarında aynı oranda olmadığı saptanmıştır.
Günümüzde geçmişe göre cinsiyet eşitsizliği insan hakları savunucuları ve feministlerin oluştuğu farkındalık mücadeleleriyle azalmıştır. Siyasette, ekonomide, eğitimde, bilimde, sporda ve sanatta kadınların faaliyeti artmıştır. Cinsiyetçi meslek kalıpları yıkılarak, kadınlar şoför, başbakan, itfaiyeci, erkekler anaokulu öğretmeni, hemşire, host olmuştur. Fakat ekonomik hayatta hala tam eşitlikçi yasalar oluşmamıştır. Bunun nedeni kadınlara yüklenmiş rollerden bir tanesinin hala devam etmesidir. Bu rol, toplumun sadece kadınlardan çocuk yetiştirmesini beklemesidir. Mesleki hayatta sadece çocuk sahibi olan kadına ücretli iznin verilmesi toplumsal roller doğrultusunda teşvikler içerdiğinden cinsiyet eşitsizliğini azaltmamıştır. Günümüzde dünya cinsiyet eşitliği ülkeler bazındaki sıralamasında 1. sırada yer alan İzlanda hükümeti 2000 yılında bu eşitsizliği önleyecek bir yasa oluşturmuştur. Bu yasaya göre çocuk sahibi olan erkeğin de zorunlu izin alması ve çocuğuna bakması gerekmektedir. Bu yasa İzlanda toplumunda çok büyük ve önemli farkındalıklara neden olmuştur. Artık iş alımlarında cinsiyet değil, yetenek ve kabiliyet önemsenmiştir. İzlanda’da uygulanan bu yasa toplumsal cinsiyet eşitsizliğini üretenin kadın olduğunu ve gerekçenin çocuk yetiştirme olarak öne sürüldüğü görüşün dinamiklerini değiştirecek niteliktedir.
Araştırmalara göre dünyada cinsiyet eşitliğinin tamamen sağlanmasının 200 yılı bulacağı ön görülmektedir. Anlaşılan daha çok yolumuz var fakat umarım bir gün dünya genelindeki insanlar, cinsiyet rolleri doğrultusundaki işlerle değil yetenekleri doğrultusundaki işlerle ilgilenir ve cinsiyet rollerine bakılmaksızın aynı saygıyı görür.
Esra KÜÇÜKKAYA
Kaynakça
- https://www.youtube.com/watch?v=FX93JKB4Q94
- http://www.sdergi.hacettepe.edu.tr/makaleler/hasan_sankir_1_1010.pdf
Dipnot: Empati ve farkındalık oluşumunda bana çok büyük etkisi olan Çöl Çiçeği (Desert Flower – Waris Dirie) kitabını ve filmini size tavsiye ederim.
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.