Yaşamı yazmak ve seyretmek olan bir yazar, Fernando Pessoa… Birçok önemli yazar gibi ölümünden çok sonra ün kazanmış olması da büyük yazarlar için ne bilindik bir hikâye. Tek bedende kim bilir kaç kişiye ev sahipliği yapmış, içinde yaşadığı dünyayı anlamaya, kavramaya çalışan lakin kendine, topluma ve dünyaya hep yabancı kalan, yabancılaşan bir ruh. Gerek mekân tasvirleri gerekse insanların karakterlerine dair çıkarımları çok iyi bir gözlemci olduğunun ispatı. Pessoa dünyaya ve insanlara bakmamış adeta onların geçmişi ve geleceğini okumuş sanki. Ne de olsa dış dünyasındaki kadar insan var iç dünyasında da. Vadilere benzettiği şehrin dar sokaklarındaki yalnız yürüyüşleri ona bir başka dünyanın kapılarını aralamış gibi. Kalabalıklar içinde yalnız kalanların sığındığı düş ve düşünce limanlarına açılmış tüm kapıları. Huzur bulmak için değil huzursuzluklarınızın nedenleri anlamak istiyorsanız okuyun. Kendinizi kaybettiğinizi sandığınız anların sebeplerine dair ne çok açıklama var. Huzurlu olanlara değil huzursuzlara özel bir kitap. Lakin kimsenin de huzurunu kaçıracak bir kitap değil elbet, hem huzurlu olan ne bilsin huzursuzun halinden. Huzursuzun halinden huzursuz olan anlar.
Asla sürüye dâhil olmamış, dünyayı seyretmekle yetinmek istemiş, eylemsizliği en yüce erdem ve gerçek yaşam olarak görmüş bir yazar olan Pessoa’dan birkaç alıntı…
Kalp düşünebilseydi atmaktan vazgeçerdi.
Yaşamayı bilmeden yaşayan bizlere (benim ender benzerlerime ve bana) her şeyi reddetmekten başka hayat tarzı, dünyayı seyretmekten başka yazgı kalıyor muydu?
İnsanın bir kenara atılabileceğine inanmıyor, bu açıdan düşününce kendimizi nereye koyacağımızı da bilemiyorduk.
Nefret ettiğim iki şey arasında seçim yapmak zorundayım, ya aklımın tiksindiği düşleri seçeceğim ya da duyularımı dehşete düşüren eylemi, başka bir deyişle hamurumda hissedemediğim eylem ya da şimdiye kadar hiç kimsenin mayasında olmayan bir düş. Sonuç olarak her ikisinden de nefret ettiğime göre tek çare seçim yapmamak ama bazen ya düş kurmaya ya eyleme geçmeye mecbur kalıyorum ki o zaman da ikisini birbirine karıştırıyorum.
Kalbimde sıkıntılı bir huzur var ve dinginliğim tamamen kaderime razı olmamdan kaynaklanıyor.
Hiçbir şey olmaksızın yücelmek, geceleri kazandığım ne muhteşem bir zafer bu ! Bilinmeyen bir güzelliğin görkemi, nasıl da karanlık bir görkemdir.
Farklı bir dünyanın gürültüsü cama vuruyor…
Hayattan çok az şey istedim, ama o, o kadarını bile esirgedi benden. Canımı yakmayacak bir yaşama bilincim olsun ve bir de ne kimseye muhtaç olayım ne el alem bana muhtaç olsun.
Onunla aynı hamurdan olduğumu kavrayan kalbim daha hızlı atıyor. Daha çok yaşıyorum çünkü daha büyük yaşıyorum.
Sık sık yaptığım gibi düş kurdum, hayatımın tinsel tarafı büyük oranda bu amaçsız ve değersiz düşlerden oluşur.
İki kişiyim ben, ikisi de ortalarındaki mesafeyi koruyor, aralarında hiçbir bağ olmayan Siyam ikizleri bunlar.
Asla gerçekleşmiyoruz. Karşı karşıya duran iki uçurumuz biz, Cennet’i hayranlıkla izleyen bir kuyu.
Hissettiklerim ile manzaralar çiziyorum ben…
Yaşamak başkalarının niyetleri ile örgü örmektir…
Kendimi mahvetmek için kullandığım keskin zekamı ve beni oyalamaya doymayan düş gücümü…
Gördüklerimizin hepsi düşten ve göz aldanmasından ibaret… Zamanın enginliğine açım ben ve koşulsuz ben olmak istiyorum…
Ruhumda bir tebessüm suretinden başka bir şey yok. Karnım doyuyor, başımı sokacak bir yerim, hayal kurmak, yazmak ve uyumak için biraz vaktim var. Tanrılardan daha başka ne isteyebilir, Yazgı’dan ne bekleyebilirim?
Büyük tutkularım, sınırsız düşlerim oldu ama o kadar çıraklarda, terzi kızlarda da var, çünkü bütün dünya hayal kurar. Bizi birbirimizden ayıran şey, o hayalleri gerçekleştirecek gücümüzün ya da kendiliğinden gerçekleştiğini görecek kadar şansımızın olup olmamasıdır.
İnsanoğlunun gözlerinde korkunç bir şey var, görmezden gelinemeyecek bir bilinç, o bedende bir ruh olduğunu kanıtlayan gizli bir haykırış.
Varsayımlardan oluşan bitkisel hayatımda ben de kendi tarzımda uyuyorum. Kendimi yaşama teslim edebilirim, uyuyabilirim, kendimi unutabilirim…
Hepimiz kendi dışımızdaki koşulların tutsağıyız…
Ne zevk, ne ün, ne iktidar… özgürlük yalnız özgürlük..
Yaptığım, düşündüğüm, olmuş olduğum her şey bir teslimiyetler toplamından başka bir şey değilmiş, ben olduğumu sandığım sahte bir varlığa teslim olmuşum.
Kendime ağırlık yaptığımı hissediyorum…
Anlamak için kendimi yok ettim, anlamak sevmeyi unutmaktır. Leonarda da Vinci “insan bir şeye ancak anladıktan sonra nefret ya da sevgi duyabilir” demiş. Bundan daha yanlış aynı zamanda daha manalı bir söz bilmiyorum.
Yalnızlık umudumu kırıyor, yanımda birilerinin olması üzerime ağırlık yapıyor. Başkalarının varlığı düşüncelerimi dağıtıyor.
Yalnızlığım beni kendine göre biçimlendirdi, kendine benzetti…
Görkemli bir kutlamaya davet edilmiş çekingen bir adam gibi geldim ben de, sonuçta geldim ve çok memnunum, açık havayı, uçsuz bucaksız manzarayı sevdim…
İnsan baskı altında yaşamamışsa özgürlüğün değerini ölçemez…
Üstün insanlarda doğallığın özünü oluşturan şey, doğalla yapay arasındaki uyumdur…
Romantizmin kötülüğü bize gerekli olan şey ile arzuladığımız şeyi birbirine karıştırmasıdır. Hepimiz hayatta, hayatın korunması ve sürdürülmesi için kaçınılmaz olan şeylere ihtiyaç duyarız, ihtiyaç duyduğumuz şeyleri istememiz insanca bir davranıştır, yalnızca gerekli olanı değil arzulanır bulduğumuz şeyleri de istemek insancadır. Romantizmin hastalığı budur işte; sanki sahip olmanın bir yolu varmış gibi Ay’a göz dikmek…
Kimse bilmeyecek çünkü bu ölümlü dünyada kimse bir şey bilmez…
Bozguna uğramamın bilincini götürüyorum yanımda, bir zafer sancağı gibi…
Bize sağlam bir liman gerek, tek bir liman, oradan da Sınırsız’a yelken açacağız…
Bugün kendi dinimde münzeviyim. Bir fincan kahve, bir sigara bir de düşlerim, göğün, yıldızların, işin, aşkın ve hatta güzelliğin ya da ihtişamın yerini gayet doldurabilir. Deyim yerindeyse hiçbir uyarıcıya ihtiyacım yok. Ben afyonumu kendi ruhumda buluyorum…
Anlamaya çalışmamak, tahlil etmemek… Kendini doğayı görür gibi görmek, heyecanlarını bir manzara gibi seyretmek, iş’te bilgelik budur…
Tanrı her şeyin ruhudur…
Evrenin koca bir saat dükkanından başka bir şey olmadığı temel gerçeğini ciddiyetle ele alacak olursak, bunu söyledikten sonra saatçinin varlığının yadsınabilmesini aklım almıyor…
Genel planı bilmeden gerçekten değerlendirme yapamayız… Bütün işaretler bir plan olduğunu gösteriyor… planı değil mantığı görüyoruz…
Oku’yorum ve iş’te öz’gürüm…