Andre Gide “Tanrım beni neden yarattın, sana giden yolu niye daralttın?” sorusunun cevabını veriyor mu yoksa arıyor mu emin olamadım… Anlamanın bilmek olmadığı, yaşamak/yaşatmak arasında seçim/fedakârlık yapma gerekliliğinin olup olmadığını kendince kurcalarken farkındalığın farksızlığının bilincine varmanın yaşam üzerinde etkisine de güzel ve özel cümleler ile dokunuşlarda bulunuyor… Yaşadıklarını anlatmanın zorluluğunu da ifade ediyor sonlara doğru… Yaşanılan ve anlaşılan şeyleri dile dökmek öyle kolay olmasa gerek… şairin dediği gibi
“Kim bilebilir kimin halini, dil söylemez yüreğin harbini, iç hisseder hakikat sırrını, ağırdan al yargını…”
İçindeki ve dışındaki tüm karışık ve karmaşık duyguları, düşünceleri, inançları tüm karakterlere dağıtarak ilgiyi üzerinden dağıtmaya çalışsa da fedakarlıklarından ödül beklemeyen ama bu fedakarlıklarından ötürü de mutluluğu tadamadığının farkında olan bir birey olarak çareyi/teselliyi Tanrı’da aramaktan başka çare olmadığının da farkında.
Okurken aklıma Yunus dizisinden bir sahne geldi… deli divaneden al hakikati cihetinden bir sahne…
“Leyla’yı görmeyen Mevla’yı görür mü Yunus efendi, ayıp gören gaybı göremez… Leyla öldü… Mecnun öldü… Aşk kaldı sağ…”
İnsanın dünyaya gelirken de giderken de yalnız olmasının zorluğuna daha doğrusu zorundalığına isyan etmemek için devreye soktuğu bilinci sayesinde gönlünü ve ruhunu rahatlatma çabası romanın tüm satırlarına sirayet etmiş durumda. Yaşamın ve dünyanın zorluklarına ve zorundalıklarına karşı inancı ve sevgisi ile mücadele etme girişimine takdir mi edilsin tekdir mi edilsin kendi de kararsız. Övülmesini istediği fedakarlıklarından kendisi de rahatsız… Tek kişilik geçilmesi gereken dar yolların üzerinde ısrarla duran roman Aşık Veysel’in uzun, ince yoluna ne de benziyor. Bir girişi, bir çıkışı olan iki kapılı bu dünya hanında hangimiz biliyoruz ki halimizi, gidiyoruz iş’te gündüz gece… Dünyanın neresinde olursa olsun insan insana benziyor iş’te…
Kitaptan bazı alıntılar…
“hayata götüren kapı dar, yol sıkışıktır ve bulanı da çok azdır…
dünyanın bir ruha nasıl yansıdığını görmek güzel olmaz mıydı…
kafamda, kalbimde her şey sarsıldı…
hiçbir “iyi tohum saçma” fırsatını kaçırmazdı…
düşünce özgürleşsin değil coşsun istemiyor muyuz biz…
tutkusunu isyana değil hizmete yöneltmeli insan…
denizi sensiz seyretmek çok canımı yaktı…
iflah olmaz kof zihniyetin “zarafet” ve “incelik” diye tanımlandığını duyuyorum…
anlaşılamaya bir şey varsa eğer, bu daha çok kelimelerden, duyguyu tam tarif edemeyen imgelerin yetersizliğinden ötürüdür..
başkalarının kendini salıvermesi ne kadar doğalsa benim için de o kadar doğaldı direnmek, teslim olmak zorunda bırakıldığım bu zorluk beni yıldırmak ne kelime, hoşuma bile gidiyordu. Gelecekten beklentim mutluluktan çok ona ulaşmak için harcadığım sonsuz çabaydı ve mutlulukla erdemi şimdiden karıştırıyordum…
tek başına yürüyebilecek kadar gücün yok mu? Tanrıya tek başımıza varmalıyız her birimiz…
seni orada yeniden bulacak olmasam cennet umurumda bile olmazdı…
İlk arayacağın şey Tanrı’nın krallığı ve adaleti olsun…
Tanrı paramparça edilmiş olsa da kendi imgesini tanır. İnsanları hayatının tek bir anıyla yargılamaktan kaçınmalıyız…
ah o aşkın, hatta aşk taşkınlığının o pek tatlı oyunları… hangi gizli yoldan götürdün kahkahadan gözyaşına bizi, hangi yoldan gittik sevincin en safından en olmazsa olmaz erdemine!
Dünyanın hangi muzaffer büyüsü, taşıyor bugün beni Tanrı’ya? Vay haline insanın başkaları sayesinde ayakta duruyorsa…
güzel bir şey gördüğümüzde ya da duyduğumuzda şöyle derdik: Şükürler olsun sana Tanrım bunu iyi ki yaratmışsın…
bana mutluluk oyunu oynamasından, hatta oyuna kendini kaptırmasından korkuyordum biraz…
Ah ! Mutluluk denen şey o kadar az yabancı ki ruha ve onu oluşturan dış unsurlar öyle önemsiz ki…
bu nasıl bir bencillik, nasıl bir yetkinlik, nasıl bir daha iyiye ulaşma iştahsızlığıdır ki gelişme bir anda duruyor ve her yaratık Tanrı’ya henüz bu kadar uzakken oracıkta çakılıp kalıyor…
beklerken kendimi oyalamak için attığım her adım bana gelgeç, anlamsız gibi geliyor ve kendimi herhangi bir şey yapmaya zorlayamıyorum… kitaplar zevksiz, çekicilikten uzak, gezintiler ilgimi çekmiyor, doğa tüm değerini, bahçe renklerini, kokusunu yitirmiş gibi…
birbirinden giderek uzaklaşan iki farklı yolda yürüyorduk…
sustuğumuzda sessizlik yük oluşturmadı aramızda…
gidişin gerçekti… teşekkür ederim…
başka bir mutluluk için doğduk biz…
ama dostum kamil olmak bir seçim değil ki… bir ZORUNLULUK… sandığım kişiysen eğer, bundan kendini sen de kurtaramazsın….
Tanrıya tutkun bir ruh ancak doğal bir soylulukla ulaşabilir erdeme, ödüllendirilmek umuduyla değil…
Rüzgarın ezdiği otlar gibi Tanrı huzurunda kurnazlık yapmadan, heyecanlanmadan, güzellik peşinde düşmeden eğilir giderler. Kendilerini çok az önemserler, ancak Tanrı karşısında yok olarak biraz olsun değer kazanabileceklerini bilirler… “Alissa” “neden kopartıyorsun ki kanatlarını…
kim ki hayatını kurtarmak ister kaybeder…
ben o sayfayı çevirdim artık…
hiçbiri kendilerine vaat edilene kavuşamadı, Tanrı onlar için en iyisini hazırlamıştı…
beni bugün anlamayan bugüne kadar hiç anlamamış demektir…
Söyle bana ey Tanrım ! Hangimizin ruhu daha çok hak ediyor seniz? Beni sevmekten daha iyi şeyler için doğmadı mı o? Benimle yetinmesi gerektiğini bilsem bu kadar sever miydim onu?
İlerlesek sana doğru… ikimiz birlikte, ikimiz birbirimizi çekerek, iki hac yolcusu gibi yürüsek ömür boyu, arada biri ötekine şöyle dese “yoruldunsa yaslan bana kardeşim…” ve öteki cevap verse “seni yanımda hissetmek yeter bana…” Ama hayır! “Gösterdiğin yol dar bir yol Tanrım, iki kişinin yürüyemeyeceği kadar dar…
ne kadar vasat, ne kadar hüzünlü bir erdem bu ulaştığım ! Çok mu şey bekledim kendimden?”