Henüz lise öğrencisiydim, okuldan çıkmıştım o gün, minibüsten inmiş eve doğru yürüyorum, uzaktan/evinin balkonundan beni gören bir arkadaş yakınına gelince “Anadolu liseli olduğun belli, entelsin” demişti, beni de az çok iyi tanıyan bir arkadaştı oysaki. Hani olur ya över gibi sövülüyor ya insana belki niyeti öyle değildi ama olan aynen bu şekildeydi işte. Entel olmak bir hakaretti bizim şehirde, mahallede. Saçlarım az’biraz uzun ve yanlara doğru ikiye ayrılmış olmasına yani şekilsel bir meseleye atıf olsa da şehrin en iyi okulunda okuyor olmamın da etkisi söylemin bizzat içindeydi işte. Zekâ olarak hiçbirimiz birbirimizden üstün değiliz lakin şartlar ve imkânlar, birbirine çok yakın olduğu zamanlarda bile fark yaratabiliyor. Sadece maddi değil manevi ve insani farklar da öyle elbette ki hatta maddi imkânlardan daha büyük farklar yaratıyor. Oysaki bana göre daha serbest ve özgür bir çocuktu benim nezdimde, gözümde. Lakin kimse kendini bilmiyordu ki ötekini bilse, arkadaşlık da hep bir hikâye. İnsan büyüdükçe anlıyor herkesin derdi kendine büyük, kim neyin/kimin eksikliğini yaşarsa oraya/ona çekiyor aklı/gönlü. Velhasıl entel değildik amma öyle görünüyormuşuz işte kimine göre. Şimdi de entelektüel değiliz elbet lakin iki üç kitap fazla okuyan, iki üç bilimsel jargon kullanan öyle görünüyor ya şimdi de. Yanılgılar ve yanılsamalar ezeli galiba, bir yansıma mı yoksa bir yanılgı mı dünya bilmiyorum amma yaşamak gerekiyor işte boylu boyunca. Naom Chomsky’in kitabına başlarken canlanan bir anı ile başladım yazıya, ne olduğunu bilmediğimiz kelimeleri, duyguları, düşünceleri kullanmakta, Jonh Locke’in ifade ettiği gibi kelimeleri suiistimal etmekte öyle yetenekliyiz ki amacımız da kendimizi kandırmak. Başka türlü yaşamasını bilmiyoruz ya da zor geliyor mücadele etmek, zor geliyor bize kendince/gönlünce yaşamak. Bazen imkânı da olmayabilir insanın tabi bu ayrı bir mesele.
Micheal Alber’in Naom Chomsky ile söyleşilerinden derlenen kitapta entelektüellerin sorumluluğu üzerinde durulmuş. Peki kimdir entelektüel insan çok kitap okuyan mı, bilim yapan ve fikir üreten bir insan mı, bir çiftçi mi yoksa bir avcı mı? Cevap vermek zor sanki en azından benim cevaplamam zor. Zira Chomsky’nin de belirttiği üzere “akademik faaliyetlerin önemli bir kısmı esasen bir çeşit katiplik işi, daha ziyade işin kolayına kaçıp hamallık türünden tekdüze işler yapmak tercih ediliyor.” Görev dediğimiz şeyler ile ahlaki sorumluluklarımızı birbirinden ayırmak gerektiğini düşünen Chomsky entelektüellerin sorumluluğu olarak “hakikati anlamaya çalışmak, dünyaya ilişkin bir kavrayışa ulaşmak için başkaları ile birlikte çalışmak, bunu diğer insanlara aktarmaya çalışmak, onların da kavramasına yardım etmek ve yapıcı eylem zemini oluşturmaktır.” Sorumluluklarınızı yerine getirmeye başladığınızda ise “entelektüel faaliyetleri sürdürmek için sahip olduğunuz ayrıcalıkları kaybedebilirsiniz” diye de uyarıyı ihmal etmiyor. Zira fazla bağımsız zihniniz varsa ve sorumluluklarınızı yerine getirmeye başlamışsanız sizi bu hatadan saptıracak, denetim altına alacak, alınamıyorsa da marjinalleştirecek ve bertaraf edecek çok çeşitli yöntemler olduğunu ifade eden Chomsky insanları kariyerist oldukları için eleştirmenin de yanlış olduğunu belirtiyor. Dünya hayatı zor ve insan kendisine saygı duyulmasını istiyor, ona göre bu anlaşılabilir ve haklı görülebilir bir durum.
Kendimizi ya da herhangi birini merkezi bir aktör ya da kurtarıcı olarak görmememiz, her durumda insanın kendini kurtarması gerektiğini belirten Chomsky’e göre insanların kendilerini kurtarmaları için gerekli olan araçlar elinden alınmamalıdır. Aksi durum insanın oynamak istediği kurtarıcı rolüne işarettir diyor üst’ad. İster aile, ister fabrika isterse toplumsal düzenleme için olsun kanıt yükümlüğünün otoritenin meşruluğunu iddia edenin omuzlarında olduğunu ifade ettikten sonra “gerçek bir eğitim almamıza izin verilecekse bunun bir parçası insanların erken yaşta kanıt yükümlülüğünün kimin omuzlarında olduğunu anlamalarını sağlamaktır” diye ekliyor. Eğitimin aptalca yanlarının bile toplumsal bir işlevi olduğunu ve bu işlevin bağımsızlığı engellediğini düşünen Chomsky, kamu okul sisteminin yalnızca itaatkar olmayı değil, can sıkıntısına katlanmayı, oturup saate bakmayı ve sınıftan kaçmayı da öğrettiğini fark ettiğini söylüyor. Tam olarak kapitalist bir şirkette gerekli olan yeteneklerin de bunlar olduğunu ifade ediyor. İnsanların bir montaj hattında çalışmak için uysal, itaatkar ve dakik olmak üzere eğitilmekte olduğunu belirtiyor.
Eğitimi oldukça sert bir şekilde eleştiren Chomsky hocalarının genelinin ders kitaplarının tahtaya aktardığını (ya da powerpoint tabi) yaptığı işin yaratıcı yönü hakkında hiç konuşmadığını, herhangi bir zaman gidip bir yerlerden okunacak şeylerin tahtaya aktarılmasını şok edici bir görüntü olarak tasvir ediyor. Ne lisans ne de lisansüstü eğitimin bu şekilde olamayacağını, lisansüstü eğitimin usta çırak ilişkisi şeklinde olacağının belirtiyor. Usta-çırak kelimeleri de kendisine korkunç geliyor aslında, bir sanat öğrenirken çırağın emirlere uymak zorunda olmadığını, fikirleri ile sürece katkıda bulunması gerektiğini ifade ediyor. Doğru dürüst bilim yapmanın öğretilebilecek bir şey olmadığını, kimsenin bunun nasıl öğretileceğini bilemeyeceğini, fikir öğrenmenin yolunun bir şekilde bu fikre sahip olan insanlarla çalışmak olduğunu belirtiyor. Bilimde bir çok iyi fikrin gençlerden geldiğini belirtirken “bütün fikirlerimiz öğrencilerimizden gelir” diyerek de bilimde öğrencilerin ne kadar önemli bir rol oynadığını gözler önüne seriyor.
Kitapta dünyadan çeşitli örnek olay ve örgüleri ile entelektüellerin sorumlulukları hakkında fikirlerini ortaya koyan Chomsky bazı gelişme ve olayların umut verdiğini bize açıkça hissettiriyor. Aklımızdaki sorulara, karşılaştığımız sorunlara hazırcı cevaplar bulmak, aramak yerine düşünmeyi ve tartışmayı odak noktası yapan Chomsky uzlaşmacı bir anlayışı ve ortak paydada buluşma hayalini entelektüellere sorumluluk olarak yüklemektedir.