Huzursuzluğun Kitabı ile gönlümde taht kuran yazarlardan biri olan Pessoa’nın birbirine zıt iki kavram/mesele olan anarşizm ve bankerlik üzerinden düş’üncelerim ile oynamaya devam ettiği eserlerinden biri. Kendi düş’ünceleri ile çift kale maç yapabilecek yetkinliğe ulaşınca insan, başkalarının düş’ünceleri üzerinde de böyle bir etkiye sahip olabiliyor demek ki. Bazı davranışlarımı, niyetlerimi, düş ve düşüncelerimi yeniden gözden geçirmem gerektiğini düşündüğüm kitaplardan biri oldu benim için. Ama sanal ama gerçek… Son’uç’ta adına dünya denen bi’ yer var ve burada yaşa(t)mak zorundayız. Ama kablolu ama kablosuz…
Birkaç alıntı…
“Anarşizmin kuramı ile uygulaması bende –evet banker olan bende, hatta büyük tüccar, vurguncu bile diyebilirsiniz bana- birleşiyor ve kusursuz ifadesine kavuşuyor.
Onlar anarşist ve aptal ben anarşist ve zekiyim.
Sahip olduğum tek şey berrak bir zeka ve oldukça belirgin bir irada gücüydü.
Neredeyse her zaman bilinçli biriydim, içimdeki bu isyanı hissettiğimden, bu isyanı anlama yönünde çaba harcadım.
Kimileri eğitim görme, gezip dolaşma, kendini geliştirme olanağı ile doğar, dolayısı ile doğuştan zeki olanlardan daha zeki olma olanağına kavuşurlar. Her alanda bu böyledir.
Doğanın adaletsizliklerini bir yana bırakabiliriz çünkü bunlardan kaçamayız. Ama toplumdan ve toplumsal uzlaşmalardan kaynaklanan adaletsizliklerden kaçınmaya niçin çalışmayalım?
Annesinin karnından çıktığında sahip olmadığı, mutlu bir rastlantı sonucu burnunu dışarı çıkarır çıkarmaz, gökten zembille inen zenginlik, toplumsal konum, rahat yaşam gibi sonradan edinilen niteliklerle benden üstün olmasını kabullenemem.
En büyük kötülük, daha doğrusu tek kötülük doğal gerçekliklere gelip yapışan toplumsal uzlaşma ve kurgulardı, evet tüm kurguları kastediyorum; aileden paraya, dinden devlete kadar hepsini… İnsan ya erkek doğar ya kadın, demek istediğim insan yetişkin olduğunda erkek ya da kadın olmak üzere doğar; doğal olarak, bir eş olmak için, zengin ya da yoksul olmak için doğmaz, hele ki Katolik ya da Protestan, İngiliz ya da Portekizli olmak için hiç doğmaz.
Doğal olan şey içgüdüden kaynaklanır, içgüdü yoksa içgüdüye en fazla benzeyen şey alışkanlıklardır.
En alışkın olduğumuz toplumsal kurgu elbette ki burjuva sistemi…
…. çıkarmamız gereken sonuç burjuva toplumundan özgür topluma geçmek için uyumun, evrimin ya da geçişin tek olası biçiminin zihinsel olduğudur, bu ruhların özgür toplum düşüncesine adım adım uyumudur…
Devrimci diktatörlük mü? Nasıl yani?
Okuma, yazması olmayan mistik bir halktan ne beklenir ki?
Öğrenmeye büyük açlık duyuyorduk, kendimizi eğitme açlığı içindeydik…
Hiçbir şey hayal edemiyorsunuz…
Anarşist ne ister? Özgürlük. Kendisi ve başkaları için tüm insanlık için özgürlük.
Yardımlaşma zorbalığı. Birine yardım etmek onun yeteneksiz olduğunu kabul etmek olur ya da yeteneksiz değilse, yeteneksizleştirmek ya da öyle olduğunu varsaymak olur. İlk durumda bu zorbalıktır, ikinci durumda ise küçümseme.
Doğadan kaynaklananlara karşı isyan edemeyiz. Çünkü insan öleceği için ya da uzun boylu olmak isterken kısa kaldı diye devrim yapmaya kalkmaz.
Maskeleri anında düşmüştü. Bu zavallılar köle olmak için doğmuştu.
Zeka değil, eylemdi önemli olan. Çok iyi. Oyun sırası bendeydi.
Ben bir insanı özgürleştirdim. Kendimi…
Anarşizm bir sevgi rejimidir, sevilen insanlara baskı uygulamaya çalışmaz.
Asi olmak için insanın isyan gerekçelerini içinde hissetmiş olması gerekir. Yoksa bir aziz olunur, Çünkü kişisel deneyim olmadan, yalnızca yürek sayesinde insanlık sevgisini bir tek azizler hisseder.
İyi ama Kropotkin ve Tolstoy var… “Bir de İsa diye ekleyebilirsiniz…” Ama onlar da benim gözümde Aziz. Sizce dünyada kaç tane Kropotkin ve Tolstoy var ki? Unutmayın ki İsa da halktan biriydi ve tüm bunları yaşadı.
Zorbalık daima zorbalıktır. Burjuva sisteminin toplumsal zorbalığının yerine niçin sosyalist ya da komünist sistemde olduğu gibi devlet zorbalığına geçirelim. Bu bir mahkumu 23 numaralı hücreden 24 numaralı hücreye geçirmeye benzer.