Siz hiç gerçekten vazgeçtiniz mi dünyadan… Yaşamdan değil ama dünyadan… Yaşamın kutsallığına inanmayan insan ol(a)maz ki, olmamalı da zaten…. İnsanın vazgeçmek zorunda olduğu zamanlar dışında ruhen öyle uzaklaştığı zamanlar oluyor ki iş’te o zaman devreye dünyanın kendisi giriyor sanki. Kaçan kovalanır ya da istemem yan cebime koy misali değil, derin bir çöküş ya da derin bir isteksizlik ve arzusuzluk hali. Uzak bir zamanda bakınca o hallere, sebeplerini de kavrayınca akıl netleştirse ve ayrıştırsa da meseleleri, o kısa zaman dilimlerinde yaşananların sebepleri değil de olan ve oluşan haldir mühim olan, algılananlardır gerçekler. Ne de olsa yüklediği ve yüklendiği anlamları yaşıyor her insan. Çoğu zaman yanlış kimi zaman çok yanlış olsa da. Bazen ülke, dünya ve hatta evren ile bile bağlantı kurabiliyor ya bak işte muhteşem zeka ! Derinden isteyin ya da derinden bir vazgeçin de görün iş’te o zaman, o muhteşem zekayı… Zıt sebepler ne de benzer sonuçlar doğuruyor… ne mucizevi sonuçlar…
Maddi ve manevi çöküş yaşadığı zamanlarda insan öyle ulvi anlamlar yüklüyor ki olaylara maksat yeniden bağlanabilsin dünyaya ve insanlara… Lakin bazen de hiçbir çöküş emaresi, ibaresi olmadan da yaşanabiliyor bağlantısızlık hali…. Ruh çok açık, net ve kararlı bir biçimde reddetme eğilimine giriyor dünyayı. Ne acı ne yokluk, ne dert ne tasa, ne öfke ne nefret, ne var olma ne yok olma kaygısı sadece zamana ve insanlara ayak uyduramama meselesi. Bir yanı istese de diğer üç yanı refleks olarak reddediyor işte… Ritmi ve melodisi başka çok başka… farklı bir şiirin mısrası, farklı bir şarkının notası sanki…. Zaman hızlı o yavaş, koşmaya mecali varsa bile hevesi kalmamış, yürüyor işte ince ince kaderince. Ne çok şey deneyip, deneyimleyip kendince ve her bir adımımın sonuçlarını da önceden tahmin etmeye başlayınca baştan ayağa bi isteksizlik ve hevessizlik hali. Ya daha önce deneyimlediği ve sonucun nasıl olacağını bildiği bir iş çıkıyor karşısına ya da içten ve samimi dilekler, sözler ve insanlar. Gerçekleşmesi mümkün olmayan işler, insanların samimiyetle söylediklerini sandıkları sözler. Ama tüm güzel sözlerin bile hem limiti hem miadı var. Doldu mu hele ki taştı mı nafile. Yazık oluyor söyleyen dillere, söylenen anlara ve zamanlara… Söyleyen anlamlandıramasa da…
Ah dünya gönlü çalmaya mı çalışıyorsun yoksa almaya mı diyeceğim ama ne yaptığını da biliyorum artık çok maalesef… Hep farklı olur sandığımız her’şey genelde benzer bir biçimde son buluyor, ne az şey var başladığı gibi olan, olabilen, devam edebilen. Daha iyiye daha güzele giden ne az şey var insan hayatında, dünya hayatında. Daha iyi yemekler, evler, arabalar, maaşlar, tatiller değil ki mesele kaldı ki hiç mesele de olmadı ki kimine. Bir tutam iç’ten muhabbet kaldı ise ruhumuzun payına kâfi gelirdi ya öyle iş’te. Hani samimiyet ve samimi niyet kayıp Atlantis’iydi ya bu dünyanın lakin bazen bir umut ışığı yakıyorsun ya, çocukça çok çocukça, derinlerde bir yerlerde sönmemeye direnen o ışığı tutuşturma niyetinin nedenini dedim ya artık biliyorum. Belki yine yanlış anlıyorum belki yine alt üst edeceksin dünyamı lakin en azından nedenlerini biliyorum… Sanırım az biraz akıllandım ya da sıkıldım belki de. Kim bilir nasıl gülüyorsun şu yazdıklarıma, az biraz akıllandım deyişime hele, dertlerin ders olsun ne fark eder, ben razı oldum senden ve kendi halimden. İnsanların biraz canımı sıkıyor lakin olacak o kadar… Hem razı olmasam ne içindeyim işte lakin niyet ettim seni aklımdan öteye almamaya, zor çok zor olacak olsa da.
Bak geçen gün yine hiç tanımadığım bir çocuk gönlü, saflığı ve samimiyeti ile gönlümü (ç)almaya çalıştın ya fark ettim ama bu sefer seni dünya, lakin yine ses’siz kaldım bak. Önceden fark etmezdim bile sen olduğunu, kendimi bir şey sanırdım, kendimden bir şey sanırdım. Gözler de sözler gibi emanet değilmiş gibi sanki bize. Sen küçük çocuk kusuruma bakma işine teşekkür ettim ama iltifatına karşılıksız kaldıysam aklım dalmıştı yine başka başka mecralara… Zaten hiçbir şeyi yeri ve zamanında yapamamak ve söyleyememek ile mahirim, sen kusuruma bakma. Mayalanmıyor ekşiyor her şey böyle olunca ne tadı kalıyor ne tuzu bu sayede. Hem bilirim emanet ile övünmek bizi yaratana ihanet lakin güzel bakan güzel görür misali, senin o saf, çocuksu ve samimi sözlerine “mühim olan gözün rengi ya da kendisi değil, mühim olan güzel bakabilmektir insana ve dünyaya, güzel bakıyorsun ki güzel görüyorsun. Nazar değmesin bakışına, ömürlük olsun ki bakışın hep çocuk hep masum kalabilsin, için dışın ile sözün aklın ve gönlün ile bir olsun, birlik olsun. Ne özel ne güzel bir haslet bir bilsen, keşke hiç kaybetmesen” diyemedim ve çürüttüm yine güzel bir anı, zamanı, olayı… Bir bilsen ki çocuk zor çok zor bu devirde, dil/akıl/gönül birliği, bin bir kötü niyet ile evrildi, çevrildi zaman, insan. Belki sen de yakın zamanda tüm iyi niyetlerin ile birlikte kendin vazgeçeceksin belki kendinden. Gönül hep çocuk kalmak, çocuk kalsın ister insan lakin bu dünyada en çok üzülen de çocuklar, çocuk kal ama büyükmüş gibi rol yap, kimse bilmesin çocuk olduğunu çocuk kaldığını yoksa tüm oyunlarını, oyuncaklarını, hayallerini alırlar senin elinden. Oysa ki insan hayalleri ile tutunur zamana, insanlara ve dünyaya. Zengin olsa da aynı fakir olsa da, güçlü olsa da öyle zayıf olsa da. Hem onlar, ki çok olan da onlar, dünyayı bir oyun değil savaş sahnesi sanıyor, kendileri de bir oyuncak değilmiş gibi. Hem düş’tüğümüz bir düş bahçesi onlar savaş meydanı sanıyorlar. Kabil’i çok bu dünyanın Habil’i az… Ben de sandım elbette bir zamanlar, çok zamanlar, yakın zamanlar… Konuşurken aklımdaki kelimeleri, cümleleri, paragrafları yan yana getirmekte zorlanıyorum çoğu zaman, hele ki en ihtiyacım olduğu zamanlarda. O yüzden yazıyorum bak, sizlerden aldığım ilhamla yazılarım da ne anlamlı ne sistemli olmasa da, sitemim varsa da kendime yalnızca kendime… Herkes, her olay ne çok ilham veriyormuş meğer. Aklım bin karış havada geziyorsam biraz da bu sebepten. Lakin bu dünyada ayaklarının yer’e değmesi lazım hem de en sağlamından sonra üzülürsün çocuk çok üzülürsün. İyilik, güzellik, insanlık hatta çocukluk bile bak zehir olur o zaman insana.
Ah dünya, bizi bizle güldüren, bizi bizle kırdıran dünya… Sahnedeki hem güzel hem çok zor bir oyun, düşsek kalksak, yürüsek koşsak da sahne senin bizler oyuncun. Bilmem ki sen ne düşünüyorsun bu zaman, bu oyun, bu oyuncular hakkında ama ben kabullendim rollerimi de hangisi en özel rolüm en büyük oyunum hala kestiremedim, bir sufle ya da bir işaret lazım hala. Ortada, ortalıkta değilim artık en azından ama aklımda dünya ile ilgili ne çok soru var hala… Ömür boyu da olacakmış o sorular öyle diyor bizden önce sahnenin tozunu yutanlar ve sağ’olsun yazanlar. Konuşan, yazan çok bilen yokmuş gerçekten. Bildiğimizi değil bilmediğimizi yazıyoruz ya bizde ne acayip işlerin var senin de dünya, akıl sır ermiyor senin yoluna, yordamına. Yoruyor, yoğuruyor musun yoksa öğütüyor, öldürüyor musun belli değil. Artık yermene üzülmem övmene sevinmem, ey dünya, güzel dünya, bizi bizden (ç)alan dünya, insanı insandan, insanı insanlığından soğutan dünya… Lakin bil ki güzelsen de muhteşem olan sen değilsin… İster bakışımla yaşarım bahçelerinde ister ruhumla gezinirim caddelerinde, ister aklımla aşarım dağlarını ister kalbimle geçerim okyanuslarını… ister gönlümle parçalarım kayalıklarını ister fırtınamla dağıtırım insanlarını… Ancak ve ancak O’ isterse, O’ ilham/izin verirse elbette…